1980’lerden günümüze kadar geçmiş kırk yıl sermayenin her alanda yoğun saldırılarına sahne oldu. Bu saldırılardan maalesef çalışma yaşamı ve bu bağlamda çalışanlarda ciddi bir biçimde etkilendi. Bu saldırılar çalışanların giderek güvencesiz emek rejimlerine mahkûm olmasına sebebiyet verdi. Kamusal alanın tasfiyesi anlamına gelen bu süreç aynı zamanda çalışma yaşamının güvencesizleştirilmesiyle kalmıyor çalışanların giderek yoksullaşmasına da neden oluyordu. Kamusal alanın piyasalaştırılması ve kamu kaynaklarının piyasaya ve piyasa dışı diğer aktörlere aktarılması gibi yapısal bir takım özellikler taşıyan bu süreç dönemin temel özelliği olarak karşımıza çıkıyor.
15 Aralık 2009’da başlayıp 2 Mart 2010 tarihine kadar geçen 78 günlük süre yukarıda belirtilen sermayenin saldırılarına açıktan bir karşı çıkış idi. Tekel İşçileri, özelleştirmeler yoluyla ellerinden alınmak istenilen sınıfsal haklarına karşı Ankara’nın soğuk ve karlı günlerinde neredeyse bütün ülkenin tek gündemi olmayı başardılar. Yukarıda belirtilen piyasalaştırma ve güvencesizleştirmeye karşı sürdürülen bu mücadelenin aynı zamanda yoksulluk karşıtı bir hareket olduğu görüşü bu çalışmanın temel dayanağını oluşturmaktadır. Nitekim Tekel İşçilerinin sürdürmüş oldukları bu mücadele deneyimi de yoksulluk karşıtı olarak ele alınabilecek nice örneklerden sadece birisidir. Yoksulluk karşıtı bir hareket olarak değerlendirilecek olan Tekel Direnişi neo-liberal politikalar sonucu yoksullaşan işçi sınıfının yoksulluğa karşı yürütmüş oldukları bir mücadele olduğu için aynı zamanda yoksulluk karşıtı bir harekettir. Bu sebeple de çoktan yoksulluk karşıtı bir hareket olmayı hak etmiştir.
The last forty years since the 1980s have witnessed intense attacks of the capital in all areas. Unfortunately, working life and employees in this context were seriously affected by these attacks. These attacks have increasingly condemned workers to precarious labor regimes. Precarization, expropriation and, finally, impoverishment in the world of work were the main apparent consequences of these attacks. This process, which means the liquidation of the public sphere, also meant deregulation in working life. The commercialization of the public sphere and the transfer of public resources to the market and other non-market actors were among the salient features of this process.
The 78-day period, starting on December 15, 2009 and ending March 2, 2010, was an open opposition to the above-mentioned attacks. In the cold and snowy days of Ankara, Tekel Workers managed to be the only agenda of almost the whole country against their social rights plundered through Privatization. The view that this struggle against marketization and precarization mentioned above is an anti-poverty movement at the same time forms the basis of this study. As a matter of fact, this struggle experience of Tekel Workers is just one of many examples that can be considered as anti-poverty. The Monopoly Resistance, which will be considered as an anti-poverty movement, is also an anti-poverty movement because it is a struggle of the working class, which has become impoverished as a result of neo-liberal policies, against poverty.